AKP siyasal İslam’ı da çökertti (BİRGÜN Gazetesine Röportaj)

“12 yılın sonunda dünyaya gösterdiğimiz; yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı, hak ve özgürlüklerin, geriye gittiği bir düzen… Türkiye siyasal İslam deneyinin çöktüğünü gözler önüne seriyor”

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen ‘19. Milli Eğitim Şûrası’nda Osmanlıca’nın zorunlu ders olarak bütün liselerin öğretim programlarında yer almasının benimsenmesi sonrası toplumda AKP’nin gerici politikalarına yönelik tepkiler ve tartışmalar sürüyor. AKP’nin neo-Osmanlıcı değil, pan-İslamcı olduğunu ve İslam’ı yağmaya ve ranta dayalı iktidarını ayakta tutmak için araçsallaştırdığını belirten Yardımcı Doçent Doktor Behlül Özkan’la AKP’nin gerici hamlelelerinin temellerini konuştuk.Watch movie online The Transporter Refueled (2015)

Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden Dr. Özkan, 1998-2000 arası Marmara’da yüksek lisans dersleri aldığı eski hocası Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun; 90’larda kaleme aldığı 300’den fazla yazısını ve üç kitabını inceleyerek, düşünsel donanımını ortaya koymuştu.Roblox Robux Hack 2017

>>Osmanlıca kararını nasıl yorumluyorsunuz?

Uygulanabilirliği yok. Ak saray tartışmalarıyla beraber düşünüyorum. 17-25 Aralık sürecinin yıldönümü  geliyor. Erdoğan ve AKP tabanında da ak saraya harcanan meblağnın yüksek oluşu üzerine tartışma sürüyor. Saraya montaj deme şansınız da yok. Otoriter rejimlerde rejimin otoriterliğinin bir binayla sergilenmesi önemlidir, tepkiyi ve bakışları oraya çeker. Hükümet, söylemdeki bu tepkisini pratiğe geçirirken, pratik tepki göstermek gerekiyor. İktidara bunu yaptırmamanın çok çeşitli yolları var, derse gitmemek gibi… Gezi ve Kobane eylemlerinde, muhalefeti uygulamaya döktüğünüz anda, iktidarın gücünün kağıttan kaplana dönüştüğünü gördük. Erdoğan’ın en büyük yenilgisidir, iktidarının ne kadar zayıf olduğunu hem o hem biz gördük.

‘MUHAFAZAKARLAR DA RAHATSIZ’

>>Bu tartışmalar hükümetin İslamcı muhafazakar adımlarıyla değerlendirildiğinde, nerede duruyor?

Rejimin İslamileştirildiği, muhafazakârlaştırıldığı, din dersi sayılarının artırıldığı, imam hatip sayılarının yükseltildiği bir ortamda, Osmanlıca’nın hem algıyla oynama özelliği var hem de tabana mesaj gönderiyor. Gerçekliğe temas eden bir yönü de şu, ilahiyat fakültelerinden ve imam hatiplerden bir sürü insan mezun olacak. Bunlara iş bulmanız gerekecek. Osmanlıca zorunlu ders olursa İlahiyat mezunları öğretecek, kendi tabanına da bir işkolu yaratma amacı da olabilir. Ama ben çok sıkıştığını düşünüyorum Erdoğan’ın; özellikle ak saray konusunda. Muhafazakãr kesimde de ‘Padişahlığa mı gidiyoruz’ şeklinde tepkilere yol açtı…

>>Padişahlığa mı gidiyoruz?

Sultanlığa değil ama tek adam yönetimine gittiğimiz kesin. Erdoğan’ın kişisel egemenliği ve Erdoğan üzerinden bir rejim kurulduğu kesin. Saray da çok simgesel. Kâğıt üzerinde monarşinin olduğu ülkelerde bile saraylarda kalmıyor artık krallar.

>>Davutoğlu’nun ‘Cihan devleti’ kurulacağına dair sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Davutoğlu’nun Türkiye’nin orta ölçeklikte bir ülke olmasıyla sorunu var. Misak-ı Milli sınırlarının Türkiye toplumunu hapsettiğini düşünüyor. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da etki alanları oluşturarak Türkiye’nin küresel güç olmasını istediğini söylüyor.

Stratejik derinlik, Türkiye’yi küresel güç yapacağını iddia eden bir strateji. Batının 1945 öncesi emperyal yayılmayı meşrulaştıran teorilerini referans alır. Fas’tan Türkiye’ye kadar uzanan coğrafyada onlarca mezhep, farklı etnik unsur var, bunları nasıl birleştireceksiniz? Bu ülkeler Türkiye’nin liderliğini niye kabul etsinler? Türkiye’nin İslam dünyasını birleştirmeye yetecek ekonomik, askeri, siyasi gücü var mı? Davutoğlu, bu üç soruya da kimseyi ikna edecek bir cevap veremiyor. Bunlar fantastik fikirler olarak kalıyor. Geçen üç yıla bakıldığında, yanı başındaki Suriye’ye bile etkisi sıfırdı, daha sınırlarını kontrol edemiyor…

>>Eğitimde bilimsellikten uzak adımların izlerini Davutoğlu’nu incelerken de gördünüz mü?

Davutoğlu’nun 90’larda yazdığı 300’den fazla yazıyı, üç kitabını okudum. Bu yazıların önemli bir kısmı da Türkiye’deki eğitim üzerine. Eğitim alanında 90’lı yıllarda yazdıklarına baktığımızda, ‘Köy Enstitüleri ateist nesil yetiştirmek amacıyla kurulmuştu, imam hatiplerse Türkiye’de gerçek eğitimin örnek kurumlarıydı’… Davutoğlu’nun Türkiye’deki eğitim sistemini imam hatipleri model alarak dönüştürmesi çok şaşırtıcı değil. Davutoğlu doktora tezinde İslam ve batı düşünce yapısını karşılaştırdığında, İslam düşünce yapısında vahyin önemine hep dikkat çeker örneğin, bu eğitime de sirayet ediyor. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ diye bir çıkış noktası vardır Mustafa Kemal’in. Bunu eleştirirsiniz, ‘sadece pozitivist metodoloji üzerinden eğitim uygulanamaz’ şeklinde dünyada da eleştiriliyor bu; ama daha ileri taşımak için. Burada yine sorun, tıpkı ulus-devleti ümmetçi perspektifte yeniden yorumlayarak, geçmişe dönük bir “restorasyon” gerçekleştirmek istedikleri gibi, eğitimde de, bilim üzerinden değil ama vahiy ve dini öğreti üzerinden bir restorasyona girişmeye çalışacaklardır, ama şunu da eklemek gerekir ki Türkiye’de eğitimin İslamileşmesi 50’lerden itibaren başladı AKP bu anlamda bir sebep değil sonuç…

>>AKP’nin bütün bu İslamcı ve muhafazakâr hamlelerindeki nihai amaç nedir?

Yüzde 45 oy oranı var, son seçimlerde aldığı, bu tabanı konsolide ederek iktidarda kalmaya çalışıyor. AKP iktidarının son 12 yıldır sürmesinin en önemli sebeplerinden biri ekonomide yaşanan genişleme; şehirlerin inşaat, madenlerin maden firmalarına yağmalatılması… Ama tabii ki siz çıkıp ben yeşil alanı yağmalıyorum, madenlerde kölelik sistemiyle çalıştırıyorum diyemezsiniz, bunu ambalajlamanız gerekiyor. Dolayısıyla madenlerde ölenleri şehit ilan ediyorsunuz, fıtratında var diyorsunuz bütün bu rejimi de İslami kalkanla korumanız gerekiyor.

‘İRAN DA FARKLI DEĞİL’

>>Siyasal İslam’ın doğasına aykırı mı bu?
Aslında AKP ve Erdoğan siyasal İslam içinde bir istisna. Siyasal İslam’ın global sermayeye ve neo-liberalizme en entegre olmuş hali. Türkiye’deki siyasal islam dini değerler de dahil her şeyi araçsallaştırmış durumda iktidarını devam ettirmek için. İşin içinde hiçbir değer kalmadı İslamı temsil eden. Geldiğimiz nokta İslamcılar açısından çok acınılacak bir durum. Siyasal İslam geleneğinin Türkiye’de en az 50 yıllık evveliyatı var, Erdoğan bu geleneğin değerler bağlamında çöküşünü simgeliyor. Hiçbir değere sahip çıkmayarak… “Bakara makara” diyen bir Bakan hâlâ korunuyor, ak saray gibi milyonlarca dolara inşa edilen bir israfla ilgli tek eleştiri gelmiyor. Bu da hiç çarpıcı değil, İran’daki rejimin de çok farkı yok. Dünyada demokrasi, kişisel hakların korunması, hukukun üstünlüğüyle rekabet edebilecek bir sistem daha bulunmadı. Siyasal İslam’da bununla rekabet edebilecek bir sistemi geliştirebilecek entelektüel ya da ideolojik derinlik yok. 12 yıllık tecrübenin sonunda dünyaya gösterdiğimiz; yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı, otoriterleşilen, kişisel hak ve özgürlüklerin, basın özgürlüğünün geriye gittiği, madenlerde 19. yüzyıl kölelik sisteminin olduğu, yeşil alanların yağmalatıldığı bir düzen… Türkiye bu bağlamda siyasal İslam deneyinin çöktüğünü gözler önüne seriyor.

‘REFERANSLAR HEP BATIDAN’

>>Davutoğlu’nda bu değerlerini kaybetmiş yapının temellerini gözlemlediniz mi?

Davutoğlu sürekli batılılaşmayı eleştiriyor, fakat Stratejik Derinlik kitabında, batının siyaset bilimine, 1945 öncesi, bugün batıda geçerliliğini yitirmiş, emperyal yayılmayı meşrulaştıran, Mahan, Mackinder, Haushofer, Spykman gibi teorisyenleri referans aldığını görüyoruz. Hem pan-İslamizmi savunuyor, hem de referanslarını batıda arkaikleşmiş, geçerliliği kalmayan stratejistyenler üzerinden yapıyor, batı okuması son derece eklektik ve araçsal. Hiç sorgulamıyor mesela bu adamlar 1945 öncesi yaygındı batıda, bugün niye kullanılmıyorlar diye…

>>Tüm bunlar üzerine, AKP’nin ‘yeni Türkiye’ sloganı için ne düşünüyorsunuz?
Demokratik, barışçıl bir Türkiye kurulacaksa bu AKP’nin kuracağı bir Türkiye olmayacak.  Çünkü vizyonu ve ideolojisi buna müsait değil, 21. yüzyılda dini değerleri referans alarak yeni bir Türkiye kurulamaz. AKP’ye oy verenleri de Kürtleri de dışlamayan demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan, tek tip etnik kimlik dayatmasının üstünde olan bir yeni Türkiye kurulursa bunu AKP’nin karşısında olan kesim kuracak. Öbürü yeni Türkiye olmayacak zaten, o 12 yıldır kurulmaya çalışılıyor. Kürt sorununu çözmek için aldıkları parametreler bile İslami, demokrasi, insan hakları üzerinden değil.

***

ABDÜLHAMİD’İ MODEL ALIYOR

“Osmanlıcılık, neo-Osmanlıcılık bugünkü hükümetin pratiğe geçiremeyeceği kadar derin ve entelektüel bir ideoloji. Bugünkü uygulamalara, Osmanlıcı demek Osmanlı’ya hakarettir. 1830’lardan itibaren Osmanlı’da elit kadro şunu gördü, ‘İslami ideolojiyi kullanarak imparatorluğu ayakta tutamıyoruz, gayrimüslim unsurları  devletin yönetimine entegre etmeliyiz, ideoloji İslam değil Osmanlıcılık olacak, batılılaşma yönünde reformlar yapılacak.’ Davutoğlu Tanzimat sonrası batılılaşma reformlarını reddeden bir akademisyen. İslamcılık ideolojisini kullanmış Abdülhamid’i model alır. ‘Batılı reformlarla dağılmaktan kurtulacağını düşünenler yanlış yaptı, İslamcı ideoloji uygulamak zorundaydılar’ der, Türkiye’nin de bunu model alması gerektiğini düşünür. Pan-İslamist dememin sebebi de sadece Türkiye’de İslamcılık yapmıyor, İslam dünyasını birleştirmesi gerektiğini buna da Türkiye’nin liderlik etmesi gerektiğini düşünür.

***

PAZARDAKİ EN KÖTÜ DETERJAN

“Türkiye’nin bir petrol ve doğalgaz geliri yok. Yeşil alanlarını tarihi mekanlarını maden ve nehirlerini yağmalatıyor, 12 yılda düzen bunun üzerinden kuruldu. 301 kişi ölüyor madende, Roboski’de ölüyor, şehir merkezi yağmalanıyor, dış politikada ciddi sorunlar var… Bunu nasıl kapatıyor, medya ve haberleşme özgürlüğünü ciddi anlamda kısıtlayarak. Pazarlama alanında çalışan bir arkadaşımın verdiği örnek çok çarpıcı gelmişti. ‘Bana piyasadaki en kötü deterjanı ver, sınırsız reklam  ve rakiplerimi kötüleme hakkım olsun,  deterjanın pazar payını yüzde 80’e çıkarabilirim. AKP’nin başarısı bu. Ama  sorunlar algı operasyonuyla kapatamayacağınız boyutlara ulaşabiliyor. Türkiye oraya hızla gidiyor…”

***

NEDEN?

Okullarda Osmanlıca öğretilmesi kararının ardından, kamuoyunda yaşanan tartışmaları; eski hocası Davutoğlu’nun 1990-2000 arasında yazdığı 300 makaleyi ve üç kitabını tarayan Yard. Doç. Dr. Behlül Özkan’la konuştuk.

Link: http://www.birgun.net/news/view/akp-siyasal-islami-da-cokertti/10341 

Putin ve Erdoğan: “Kader Birliği” mi? (T24)

Putin ve Erdoğan dünya siyasetinde birbirine en çok benzetilen iki lider. Her ikisi de otoriter yönetim ve tek adam anlayışıyla ülkelerinin son dönemine damga vurdu. Dış politikada dünyaya boyun eğmeyen ve herkese kafa tutan bir duruşları var. Ancak Avrasya’nın bu iki “kabadayısının,” konu Türkiye-Rusya ilişkilerine geldiğinde kabadayılıklarından eser kalmıyor. Batıyı Suriye’de ikiyüzlü davranmakla ve Şam rejimine karşı harekete geçmemekle suçlayan Erdoğan, Esad’ın en büyük destekçisi Putin’e karşı ağzını açmıyor. Almanya Başbakanı Merkel ve Papa da dâhil olmak üzere yabancı ülke liderlerini görüşmelerden önce dakikalarca bekletmesiyle bilinen Putin, Türkiye’ye gelerek Erdoğan’ı AKsaray’da ziyaret ediyor.  Suriye başta olmak üzere farklı düşündükleri konuları bir kenara koyan Erdoğan ve “değerli dostu” Putin, 35 milyar dolarlık ikili ticaret hacmini 2020’de 100 milyar dolara çıkarmak için kolları sıvadılar.

Ziyaret öncesi ve sonrasında Türkiye ve Rusya’nın anlaştıkları konular ve aralarındaki sorunlar hakkında çok sayıda analiz yapıldı viagra 100 mg doctissimo. Ancak Putin ve Erdoğan buluşmasını iki ülkenin milli çıkarları açısından değil de, iki liderin temsil ettiği rejim ve bu rejimlerin çıkarları açısından değerlendirmek daha farklı bir tabloyu gözler önüne seriyor. Görüşmelerin yapıldığı AKsaray’dan başlayabiliriz mesela. Mahkeme kararları hiçe sayılarak sit alanına inşa edilen AKsaray’ın müteahhidi Rönesans Holding, Erdoğan döneminde yıldızı parlayan inşaat şirketlerinden. Rönesans’ın gelirinin ciddi bir bölümü, dünya yolsuzluk sıralamasında 278 ülke arasında 254’üncü sırada olan Rusya’daki yatırımlarından geliyor. Rönesans 2 milyar dolarlık yıllık cirosuyla Rusya’daki en büyük yabancı inşaat şirketi. Türkiye’de AKsaray’ı, çok sayıda AVM ve hidroelektrik santralını, Rusya’daysa Avrupa’nın en büyük AVM’sini, Soçi kış olimpiyatları tesislerini ve başka çok sayıda projeyi gerçekleştiren Rönesans; Rusya ve Türkiye gibi ahbap-çavuş kapitalizminin (crony capitalism) egemen olduğu iki ülkede başarılı olmanın yolunu keşfetmiş bir şirket. Rönesans’ın sahibi Erman Ilıcak’ın, Putin ve Erdoğan gibi iki liderin güvenine mazhar olarak milyarlarca dolarlık karlı ihalelerden kazandıklarıyla dünya milyarderleri arasında 597’inci sıraya yükseldiğini hatırlatalım. Rönesans, yıldızı parlayanlardan. Ama Putin ve Erdoğan’a destek vererek Türkiye ve Rusya’da ihaleler kapan, ikili ticaretten milyarca dolar kazanan tek şirket değil. Daha onlarcası var.

Putin ve Erdoğan Suriye başta olmak üzere pek çok dış politika konusunda farklı düşünse de, ülkelerini adeta Ortaçağ feodalizmini andıran ahbap-çavuş kapitalizmiyle yönetmek konusunda fikir birliği içinde. Ortaçağ’da feodal sistemin zirvesindeki krallar toprağı derebeyleri arasında paylaştırırken; Putin Rusya’da doğalgaz ve petrol kaynaklarını, Erdoğan ise Türkiye’de inşaat ve maden ihalelerini benzer şekilde yandaşlarına dağıtıyor. Liderler ekonomik rantın dağıtılmasının karşılığındaysa kendilerine tam bağlılık ve sadakat istiyorlar. Milyarlarca dolarlık ihaleleri devletten alan şirketler medyayı ele geçirerek iktidara ve lidere yönelecek her türlü muhalefeti susturuyor. Soma ve Ermenek gibi facialar, ciddi zararla sonuçlanan yatırımlar gibi “yol kazaları” yaşandığındaysa, iktidar yandaş şirketlerin yardımına koşup kamu kaynaklarını kullanıma açarak ahbap-çavuş kapitalizminin ayakta kalmasını sağlıyor. Kol kırılsa da yen içinde kalmasına dikkat ediliyor. Yandaş şirketler işgücünü, doğayı, madenleri adeta yağmalayarak milyarlarca dolarlık gelir elde ederken, riskleri ve zararları devletleştirilerek topluma ödetiliyor. Ekonominin tekelleşip sermaye ve siyasi iktidarın bütünleştiği, yolsuzluğun kurumsallaştığı bu düzende geriye tek sorun kalıyor:  hukukun üstünlüğü, medyanın tarafsızlığı ve haber alma özgürlüğü, kişisel hürriyetler gibi olmazsa olmaz koşulları ortadan kaldırılan demokrasinin, dekorasyon malzemesi haline getirilmesi.

Dekoratif demokrasi konusunda Erdoğan’ın işi Putin’e kıyasla biraz daha zor. Her ne kadar helikopterle şehirlerin üzerinde tur atarak imara açılacak yeşil alanlara bizzat karar verse de, Erdoğan’ın rant elde ettiği ve kendisini destekleyen şirketler arasında üleştirdiği kamuya ait araziler, Putin’in doğalgaz ve petrol kaynaklarıyla kıyaslandığında oldukça sınırlı. Erdoğan’ın yönettiği sistemin çarklarının dönebilmesi için şehirlerin ve yeşil alanların yağmalanmasına devam edilmesi, buna karşı yükselen muhalefetin mutlaka bastırılması gerekiyor. Başbakan Davutoğlu “yakılan her Toma’nın yerine 5-10 Toma alınacak” derken; bir yandan Tomaları üreten iktidara yakın şirketlere devlet kaynaklarının transferinin devam edeceği, diğer yandan da toplumsal muhalefetin şiddetle bastırılacağı mesajını veriyor. Kısaca iktidar ve destekçileri toplumsal protesto gösterilerinden bile ekonomik rant çıkarmayı başarabiliyor.

Ancak iktidarı 12’inci yılını devirirken, hem Erdoğan hem de Davutoğlu’nun Avrupa Birliği ve ABD’den gelen eleştirilere tahammülü kalmamış olacak ki, her ikisi de Rusya ve Çin gibi otoriter rejimlerin liderliğindeki Şanghay İşbirliği Örgütü’ne ilgi gösteriyor. Erdoğan’ın Putin’e şaka yoluyla da olsa “Hadi gelin bizi Şanghay Beşlisi’ne dahil edin, biz de AB’yi gözden geçirelim” demesi, Davutoğlu’nun Türkiye’nin Şanghay Beşlisiyle “kader birliği” içinde olduğunu vurgulamasının altını çizmek gerek. Tam da bu noktada şu soru ortaya çıkıyor: Esad’ın en büyük destekçisi ve Mısır’da darbeyle iktidarı ele geçiren Sisi’ye arka çıkan Rusya ile AK Parti iktidarı nasıl “kader birliği” yapmayı tahayyül ediyor? Dahası Çeçenistan’da yıllardır mücadele ettiği radikal İslami akımların benzerlerinin, Suriye’de Türkiye tarafından desteklendiğini bilen Putin bütün bu sorunları görmezden gelerek AKsaray’da Erdoğan’ı neden ziyarete geliyor? Burada gittikçe otoriterleşen Erdoğan ve Putin’in, yönettikleri ülkelerin dış politika önceliklerini bir kenara bırakarak liderlik ettikleri ekonomik ve siyasal rejimin çıkarlarını ön plana aldıklarını görüyoruz.

Gerçekten de Türkiye doğalgaz pazarını kontrol eden Putin rejimi için 20 milyar dolarlık Akkuyu nükleer santral projesi Rusya’nın dış politika önceliklerinin unutulmasını sağlıyor. Benzer şekilde Rusya’da AK Parti yanlısı inşaat şirketlerinin milyarlarca dolarlık yatırımları Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisini açıklayan nedenlerin başında. Türkiye’de AK Parti rejimin ve ona bağlı şirketlerin ekonomik çıkarlarına dayalı dış politikanın sadece Rusya konusunda değil, Ortadoğu’ya bakışta da etkili olduğunu belirtmek gerek. AK Parti dış politikasına hâkim olan Esad karşıtlığı ve Ortadoğu ülkelerinde İslamcı partilerin desteklemesinde, panislamist ideolojinin ciddi etkisi var. Ancak yıkılmış Suriye’nin başına geçecek Müslüman Kardeşler iktidarında, ülkenin altyapısından şehirlerine kadar uzanan inşaat yatırımlarından Türk şirketlerinin milyarlarca dolar kazanacak olması da en az panislamizm kadar önemli. Erdoğan’ın “Yeniden bir Suriye’yi inşa etmek” vurgusu, Davutoğlu’nun Türkiye’nin Ortadoğu’nun “tabi kaynaklarının paylaşım sürecinde orada beş yüz sene süren hâkimiyetinin getirdiği avantajları” kullanması gerektiğini ısrarla söylemesi, ekonomik çıkarlara en az ideolojik hedefler kadar ağırlık verildiğinin işareti.

İktidarlarının bekası için anlaşmazlıkları bırakarak, kazan-kazan yolunu seçen Putin ve Erdoğan’ın, “kader birliği” yaptığı son bir konu daha var: Gittikçe otoriterleşen rejime karşı yeniden başlayabilecek geniş halk kitlelerinin katılacağı protesto gösterileri. 100 bin kişiye düşen 565 polisle Rusya’nın dünyada birinci sırayı alması, arkasından 475 polisle Türkiye’nin ikinci sırada gelmesi tesadüf değil. Bu veriler, her iki rejimin de olası halk hareketlerinden ne kadar korktuklarının kanıtı. Toplumsal muhalefet üzerindeki polis şiddetini artıracak yeni güvenlik yasasını uygulamaya hazırlanan Davutoğlu hükümetinin, Rusya’da 2011’de yaşanan protestolar sonrası Putin’in haleti ruhiyesini aynen paylaştığını tahmin etmek zor olmasa gerek: “Bizi duvara yaslayıp yok etmek istiyorlar. O duvara yaslanmayacağız.” (Putin’in kamuoyu danışmanı Gleb Pavlovsky Guardian gazetesine bu sözleri Putin’den duyduğunu açıklamıştı)

Link: http://t24.com.tr/yazarlar/behlul-ozkan/putin-ve-erdogan-kader-birligi-mi,10731

Silahların susması, HDP’nin barajı aşarak solun temsilcisi olmasını sağlayabilir (T24)

İktidarla bir araya gelen HDP’nin PKK’yı silah bırakmaya davet etmesi, 30 yıldır süren ve 1990’ların ilk yarısında iç savaş seviyesine erişen silahlı çatışmanın sona ermesi açısından tarihi önemde. Ancak bu çağrı ve neticesinde PKK’nın silah bırakması Kürt sorununun çözüme kavuşacağı anlamına gelmiyor. Her iki taraf da (AKP’nin temsil ettiği siyasi iktidar ve Öcalan/ HDP) silahları bırakmanın kendi çıkarlarına daha uygun olduğunu görüşünde olsa da, mücadelenin devam edeceğinin farkında. Zaten geleceğe dair beklentileri ve talepleri birbirinden ciddi ölçüde farklı.

Öncelikle Öcalan’ın 10 maddelik yol haritasına “demokratik çözüm,” “demokratik siyaset,” “demokratik cumhuriyet,” “demokratik hamle ve dönüşüm” tabirleri damga vuruyor. Bu sözcüklerin seçilmesi tabii ki rastlantı değil. Türkiye toplumuna düşüncelerini sadece yazılı açıklamalar üzerinden duyurabilenAbdullah Öcalan, yola bundan sonra demokrasi, demokrasi, demokrasi içinde devam etmek istediklerini ısrarla vurguluyor. Bu kendi kitlesi kadar iktidara da bir çağrı. Silahlı mücadelenin sona ermesi, HDP’nin temsil ettiği Kürt siyasi hareketi açısından ciddi dönüşümün kapısını aralayarak, onu 1970’lerde içinden çıktığı Türkiye solunun temsilcisi yapmaya aday haline getirebilir. Bunun Türkiye’nin geleceği açısından çok hayırlı bir gelişme olduğuna şüphe yok. HDP’ye yöneltilen “AKP’nin koltuk değneği olacaklar,” “Başkanlık sisteminin önünü açacaklar,” “Seçimlerde bilerek baraj altı kalmak istiyorlar,” eleştirilerinin oldukça mesnetsiz olduğunu vurgulayalım. Bu eleştirileri dile getirenler müzakere yerine PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasından medet umuyorsa, bunun Türkiye’nin geleceğinin köküne kibrit suyu ekeceğinin de farkında olmalılar.

Mart 2013’te ilan edilen ateşkesle başlayan HDP’nin Türkiye toplumunun geneline yönelik açılımının ilk meyvesi, Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alındı. Selahattin Demirtaş son 20 yıldır yüzde 6 seviyesinde gezinen Kürt siyasi hareketinin oylarını yüzde 9.6’ya taşıdı. Oylardaki artışın esas kaynağının Kürtlerin yoğun yaşadığı Güneydoğu’daki şehirlerde değil de Batı’da olması, Kürt kökenli olmayan sol seçmenin bir kısmının ilk defa HDP’ye oy verdiğini gösterdi. Demirtaş Aydın’da yüze 7, Antalya’da yüzde 5.3, Muğla’da yüzde 4 oy aldı. Oranlar ufak gibi görünse de, Mart 2014 yerel seçimlerindeki HDP oylarına kıyasla iki kattan fazla artışa tekabül ediyor. HDP’nin 2015 genel seçimlerine parti olarak girmesi de Türkiye siyaseti açısından tarihi bir karar. Şimdiden Türkiye solundan farklı isimler (Cüneyt Arcayürek, Halkevleri, Birleşik Haziran Hareketi içindeki bazı aktörler) farklı saiklerle seçimlerde HDP’yi destekleme yönünde çağrıda bulunmaya başladılar. Kuşkusuz Türkiye’nin Batısından alacağı ciddi destekle HDP’nin yüzde 10 barajını geçmesi, hareketin Türkiyelileşmesi ve demokratik güçlerin bu partiyi şemsiye olarak değerlendirerek birleşmesi anlamına gelecek. Mecliste oluşacak bu sol gücün, 1965 seçimleri sonrasında Türkiye İşçi Partisi’ne benzer şekilde dönüştürücü bir rolü oynayarak CHP’yi de sol mücadele içine çekebilmesi mümkün. Bu bağlamda silahlı mücadelenin sona ermesi, hem HDP üzerinde Damokles’in kılıcı işlevi gören silahlı güçlerin baskısının azalması, hem de gittikçe otoriterleşen siyasi iktidara karşı verilecek demokratik mücadelenin güçlenmesi açısından önemli.

Tam da bu noktada AK Parti iktidarının silahlı mücadelenin sona ermesinde neden ısrarlı olduğuna yakından bakmak gerekiyor. 2011 genel seçim sonuçlarına bakıldığında Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerinde AK Parti yüzde 46 civarında oy aldı. Bu oran AK Parti’nin Türkiye ortalamasına oldukça yakın ve BDP’nin bu illerde aldığı oy oranı kadar. Kısaca Türkiye’nin Batısına benzer bir yarılma (CHP-AKP), Kürt seçmeni arasında da (BDP-AKP) gerçekleşiyor. Kendilerini muhafazakârlık üzerinden tanımlayan ve iktidar nimetlerinden yararlanmayı öncelikli gören Kürtlerin yaklaşık yarısına yakını seçimlerde AK Partiyi tercih ediyor. İktidar Kürt sorununu, Doğu ve Güneydoğu’da kendisini destekleyen seçmen ve İslâm kimliğine dayanarak çözmeyi amaçlıyor. AK Parti’nin 1991 seçimlerinde MHP ile ittifak yapan Refah Partisi’nin devamı olduğunu (Tayyip Erdoğan o ittifak içinde milletvekili adayıydı) ve tarihsel köklerinin Türk-İslâm sentezine dayandığını hatırlatalım.

AK Parti seçimler öncesinde silahların susmasıyla hem Kürtlerden hem de ülkenin Batısından aldığı desteği konsolide edeceğinin hesabını yapıyor. Yalçın Akdoğan’ın basın toplantısında üstüne basa basa “akan kan dursun analar ağlamasın” demesi, Kürt sorununun çözümüyle “Türkiye küresel ve bölgesel bir güç haline gelecektir” vurgusu bunun işareti. Demokrasiyi sandığa ve milli irade adı altında çoğunluk tahakkümüne indirgeyen iktidarın, Kürt sorununu Kürt kimliği üzerindeki bazı baskıları kaldırarak Kürtler içinde kendisini destekleyecek Kadirov’lar (Putin’in Çeçenistan formülü) üreterek çözmeyi amaçladığı aşikâr. Silah bırakma çağrısının hemen sonrasında Demirtaş’ın “Hükümet yürüttüğü politikayla, zerre kadar umut vermiyor, barışa yaklaşmıyor” açıklamasını, iktidarın çözüm anlayışına HDP’nin tepkisi olarak görmek gerekir.Watch Full Movie Online Streaming Online and Download

Peki bundan sonra ne olacak? Öncelikle silahların susmasının Türkiye demokrasisinin geleceği açısından çok önemli bir adım olduğunun altını tekrardan çizelim. Türkiye’nin Batısını milliyetçilik, doğusunu da silahlı mücadeleyle zehirleyen dönemin sonuna geliniyor. Ancak demokratik mücadele esas şimdi başlamakta. Hukukun üstünlüğünün kalmadığı, basının susturulduğu, her türlü toplumsal muhalefeti polis şiddetiyle bastıran, Gezi’ye katılanları “çapulcu” Kobanê eylemlerinde yer alanları “vandallar” olarak nitelendiren iktidarın barıştan anladığıyla, HDP’nin barıştan anladığının birbiriyle yakından uzaktan ilgisi yok. Silahların susması çağrısı, önümüzdeki aylarda HDP’nin üzerinde PKK’nın ağırlığının azalması ve bu partinin Türkiye’nin tamamıyla bütünleşerek yüzde 10 barajının üstüne çıkmasının önünü açabilirse, Türkiye tarihi bir virajı dönebilir. Kürt hareketi içinde “önderlik” kültünün kalkması, HDP’nin Kürt sorununun yanında Türkiye’nin genelini ilgilendiren ekonomik ve sosyal konularda dayatılan neoliberal çözümlere alternatifler dile getirmesi, bu partiyi 2015 seçimlerinde çekim merkezi haline getirecektir. HDP’nin Türkiyelileşmesi 15 yıldır iki kutup arasında sıkışan siyasete, farklı bir açılım sağlayacaktır. Silahlara vedayı HDP’nin iktidarla işbirliği olarak görerek eleştirmek yerine, barış ve demokrasi isteyen güçlerin birleşerek mücadele etmesinin önündeki engelleri kaldıran bir adım olarak değerlendirmek hepimiz için daha anlamlı.

Link: http://t24.com.tr/yazarlar/behlul-ozkan/silahlarin-susmasi-hdpnin-baraji-asarak-solun-temsilcisi-olmasini-saglayabilir,11374

Davutoğlu, Neo-Osmanlıcı değil Pan-İslamist

TARAF GAZETESİNE RÖPORTAJ

Türkiye’nin yeni başbakanı Ahmet Davutoğlu ile ilgili bu soruyu ortaya atan eski öğrencisi ve son günlerde uluslararası çapta ilgi toplayan Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yardımcı Doçent Behlül Özkan.

Davutoğlu’yla aynı lise, aynı üniversite ve aynı bölümden mezun olan Özkan, Davutoğlu’nun 1990 ile 2000’li yılları arasında kaleme aldığı 300 küsur makaleyi taradı. Geçtiğimiz günlerde Londra merkezliThe International Institute for Strategic Studies adlı düşünce kurulusuna bağlı ve akademik dünyanın en prestijli dergileri arasında sayılan Survival dergisinde Davutoğlu’nun entelektüel donanımına dair son derece çarpıcı bir makale yayınladı. Türkiye’yi yakından izleyen çevreler arasında şok etkisi yaratan makale Davutoğlu’nun fikir dünyasına ilişkin epey iddialı tezler içeriyor.

Bunların başında Davutoğlu’nun genel kabulün aksine “neo-Osmanlıcı” değil, “pan-İslamcı” olduğu yer alıyor.

Davutoğlu’nun dış politikadaki yaklaşımına sert eleştiriler getiren Özkan epey tartışma yaratacak bu tezlerini Taraf’a anlattı.

***

AZ: Davutoğlu nasıl bir başbakan olacak?

Davutoğlu son derece ihtiraslı, siyasi idealleri olan bir politikacı. Asla bir emanetçi olmayacaktır. Eğer yeterli bir süre AK Parti içinde liderliğini devam ettirebilirse partiye damgasını vuracağını tahmin ediyorum.

İslamcı camia üzerinde 20 yıllık ağırlığı olan, saygı duyulan bir akademisyen ve siyasetçi.

AZ: Davutoğlu’nun makalelerini tarama fikri nasıl oluştu sizde?

28 Şubat sürecinde 1998’de Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlamıştım. Davutoğlu’ndan ders almıştım. İyi bir hocaydı. Uluslararası Teori dersini almıştım o dönem. Stratejik Derinlik konseptini anlatmıyordu ama klasik emperyal yayılmacı jeo-politikanın Davutoğlu üzerindeki etkilerini ilk derslerde görmeye başlamıştık. “Stratejik Derinliğin” ve teorik altyapısını oluşturan emperyal jeo-politika 1870’lerden sonra dünyada ve Batı’da özellikle hâkim olmuş, Amerika, İngiltere ve Almanya’nın yayılmacılığını meşrulaştırmaya çalışan bir düşünce akımı. Temsilcileri Harold Mackinder, Karl Haushofer, Nicholas Spykman. Bunların Davutoğlu üzerinde ciddi etkisi olduğunu görmüştüm derslerde ve daha sonra bu makaleyi [Survival yazısını kast ediyor] yazmaya başladığımda bakalım Ahmet Davutoğlu’nun düşüncesinde bunların etkisinin ne zaman başladı diye araştırmaya başladım.

Ulaştığım üç yüze yakın makalesi var. Bunların çoğu İslami yayın organlarında yayımlanmış.

AZ: Keşfettikleriniz sizi şaşırttı mı?

Şaşırmadım ama şaşırdığım bir nokta var. Davutoğlu üzerinde bu yayılmacı politikanın 1990 yıllarında başladığını sanıyordum. Oysa Davutoğlu doktorasını dış politika üzerine yapmamış. Uluslararası ilişkiler üzerine de yapmamış. İslam ve Batı siyaset felsefesini karşılaştırmış. Fakat Davutoğlu, 1986’dan itibaren baktığım zaman 27 yaşında genç bir doktora öğrencisiyken İskender Paşa Cemaati’nin dergilerine yazdığı yazılarda bu emperyal jeo-politikaların etkileri net bir şekilde görülüyor. Ben Davutoğlu’nu Türkiye’de siyasal İslam’ın “organik aydını” olarak tanımlıyorum. Bu [İtalyan Marksist] Antonio Gramsci’nin kavramı. Davutoğlu ait olduğu ideolojik yapıya organik olarak bağlı. Düşüncesiyle o yapıyı sorgulayamaz, çünkü o yapı içinden çıkmış biri ve o yapının bütün ideolojisini benimseyerek çıkmış.

AZ: Yani düşündüğünüzden daha mı radikal biriyle karşılaştınız?

“Stratejik Derinlik” veya Dışişleri bakanlığı döneminden çok daha sert bir Davutoğlu gördük makalelerde.

Davutoğlu Batı’nın otoriter yayılmacı mantığıyla İslamcılığı harmanlıyor.Watch Full Movie Online Streaming Online and Download

Ulus öncesi düşünce yapısına sahip. Bu beni şoke etti. Türkiye’nin 21. yy’deki stratejisini çizdiğini iddia ettiği kitapta Batı’da artık kullanılmayan birtakım kavramları kullanıyor. Örneğin Lebensraum veya “yaşam alanı”na “Stratejik Derinlik”te sık sık rastlanıyor.

AZ: Askerî önlemler öngörüyor mu bu yayılmacılık politikası?

Hayır. Siyasal olarak yayılacak, İslami düşüncelerle. İslamcı grupları entegre edecek ve genel olarakİhvan (Müslüman Kardeşler) üzerinden düşünülüyor. Davutoğlu şunu iddia ediyor: Ortadoğu’da da otoriter rejimler çökecek ve bunun yerine İhvan benzeri İslamcı grupların iktidarında yeni bir Ortadoğu kurulacak. Lideri de Türkiye olacak. Ama bu dünya tarif edilirken “demokrasi” kelimesine hemen hemen hiç rastlamıyoruz. Davutoğlu Osmanlı sonrası Ortadoğu’da kurulan bütün devletlerin yapay olduğunu düşünüyor. Ama Avrupa Birliği modeli post ulus-devleti idealize etmiyor. Tam tersi ulus-devletin gerisine gidiyor. Yani İslami düşünceye gidiyor. 200 yıl öncesine gidiyor. İslam birliği üzerinden yeni düzen istiyor.

AZ: Bu düzen nasıl kurulacak?

Davutoğlu diyor ki Türkiye bugünkü Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalamaz. Soğuk savaş sonrası statükocu pasif Batı yanlısı politikasında ısrar ederse ve sınırları içerisinde kalmakta ısrar ederse yıkılır diyor. Etrafını domine eden bir hegemonya kurmalı bölgesinde ama bunu kurmazsa yıkılır diyor. Tıpkı 1920’lerin 30’ların Almanya’sı için edildiği gibi.

AZ: Anlaşılan Ahmet Davutoğlu Türkiye’de siyasal İslam’ın önemli bir figürü.

Aynen. Ahmet Davutoğlu Türkiye’deki Siyasal İslam’ın “project boy”u (idealleştirdiği isim). Ona hep bir yıldız olarak bakmışlar. İstanbul Erkek Lisesi mezunu. Boğaziçi’nde lisans ve yüksek lisans yapmış. Ama ailesi fakir değil. Babası Konyalı bir tüccar ve İstanbul’a göç ediyor. Oğlunu okuması için teşvik ediyor. Aldığı eğitim ile bir yandan Batı tedrisatından geçiyor ama bu onun İslamcı ideolojisinin tonunu bozmuyor çünkü aynı zamanda Kur’an eğitimi de alıyor. Dinsel eğitimini aksatmıyor ama bir taraftan da Batı tedrisatında bu Batılı düşünce yapısıyla tanışıyor. Davutoğlu tam bu ikisinin sentezi.

AZ: Batılı düşüncenin etkileri Davutoğlu’nda fikir dünyasının neresinde yer alıyor?

Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği Batı’nın demokratik insan haklarına saygı duyan, bireysel özgürlüğü savunan yönü değil. Davutoğlu’nun Batı’dan esinlendiği 1945 öncesi özellikle Almanya’da kendini gösteren çok daha otoriter, devleti ön plana çıkaran siyasal hayatı bir güç mücadelesi şeklinde gören veMakyavel’in “sonuca giden her yol mubahtır” siyasi düşünce anlayışıdır. Aslında Davutoğlu Batı’yı içi boş bir uygarlık olarak görür. Savunulması gereken değer İslami değerler der ama bunların tam olarak ne olduğunu sorduğumuzda cevaplar bulamıyoruz.

AZ: Davutoğlu için ısrarla “pan-İslamist” terimini kullanıyorsunuz. Neden?

Davutoğlu’na sürekli “neo-Osmanlıcı” deniyor. Oysa değil. 300 makalesinde hiçbir zaman neo-Osmanlıcı olduğunu söylememiş; dahası yeni Osmanlıcılığı da eleştirmiş. Osmanlıcılık gayrı Müslimleri de içeren bütün farklı etnik ve dinsel grupları Osmanlı kimliği altında toplamayı ve entegre etmeyi düşünüyordu ve ciddi bir Batılılaşma hamlesi başlattı.

Davutoğlu Özal’ı Tanzimat paşalarına benzetir, Batıcı olmakla eleştirir. Abdülhamid dönemi İslamcılığını idealize eder ama yanlış okuyor, çünkü Abdülhamit döneminin İslamcılığı defansif İslamcılık ve Osmanlı’nın bütünlüğünü korumaya yönelik. Davutoğlu pan-İslamist çünkü defansif değil yayılmacı, pasif değil aktif. Türkiye’yi Ortadoğu’da merkez olarak konumlayıp Ortadoğu’da yeni birliktelik düşünüyor. Hatta buna Bosna ve Arnavutluk’u da katıyor. Pan-İslam dünyası Sünni inanışın hegemonik olduğu düzen. Aksi düşünülemez çünkü bu pan-İslamist dünyada İran yok mesela.

AZ: Türkiye’nin dış politikasını Davutoğlu tek başına mı götürdü?

AK Parti’nin siyasetinde Başbakan’ın [O şimdi Cumhurbaşkanı] her alanda özgül bir ağırlığı olduğunu görürsünüz. Bunun tek istisnası dış politika. Bu, Erdoğan’ın tek yetkin olmadığı alan. Yabancı dil bilmiyor. Eğitim tedrisatı olarak oradan gelmiş bir insan değil, yerel yöneticilikten geldi. Dış politikaya, dinamiklere vâkıf değil. Başbakanın, üzerinde hiçbir bakanın olmadığı kadar, hâlâ danışmanken Davutoğlu’nun üzerinde çok etkin olduğu görülüyor. Davutoğlu’na kredi verebileceğimiz bir nokta 2007’e kadar olan dış politika. Onda da Gül çok etkin ve Ortadoğu’da çok stabil bir ortam vardı. Davutoğlu şablonlarla düşünüyor. Sabit şartlarda Gül’ün kontrolünde başarılıydı.

YENİ BAŞBAKAN’IN DIŞ POLİTİKASI HAYALLERDEN İBARET

AZ: Davutoğlu’nun Suriye politikası tam olarak neydi? Neden çöktü?

Suriye dış politikasında yaşadığımız kriz ve sorunlar beni hiç şaşırtmadı, çünkü etik bakıyoruz deniliyor ama ben etik değer olarak neyin savunulduğunu net olarak göremiyorum. Esad’ı 2011 Ağustos’undan sonra altı ayda devireceklerini düşündüler. Esad devrildiğinde de yerine Müslüman Kardeşler’in Suriye kolu iktidara gelecek dediler. Ortadoğu konusunda Davutoğlu sürekli şunu söyler: “Şam’ı Kahire’yi sokak sokak biliriz.” Davutoğlu’nun dış politikası yüzünden bırakın Şam’ı Bağdat’ı sokak sokak bilmeyi, Türkiye Ortadoğu’da yönünü kaybetmiş, çünkü Davutoğlu’nun dış politikası realiteyi yansıtmıyor. Onun hayal dünyasından ibaret. Çünkü Davutoğlu tarihi 1918’de bitmiş gibi kabul ediyor. Osmanlı yıkıldı, tarih dondu ve şimdi tekrar Türkiye 1918 yılında bıraktığı yerden devam edecek diyor. Ancak 1918’den itibaren Arap milliyetçiliği, sosyalizm akımları oldu. Mısır ve Suriye’de ordu gibi siyasete çok önemli etki eden kurumlar var. Bunları bir kenara itti. İhvan gibi siyasi İslamcı grupları iktidara taşımaya yönelik tüm gücünü kullandı. Türk dış politikasını buna angaje ettiler.

Baas rejimi her ne kadar son derece diktatoryal ve insanlık dışı eylemlerde bulunsa da o ülkede toplumun bir yerine tekabül eden bir desteği var. Suriye’yi bilen uzmanlar 2011 Ağustos’unda rejim çok daha uzun sürer gitmemek için direnecektir dediler. Fakat yanlış politikada ısrar edildi. Suriye’deki iç savaşın taraflarından biri oldu Türkiye. Esad’ı devirmek için gittikçe daha radikal grupları desteklemekte beis görmediler.

AZ: Amerika Ağustos 2011’de Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemeseydi Türkiye bu kadar angaje olmazdı ama. Davutoğlu’na haksızlık edilmiyor mu?

Ortadoğu’da önemli bir aktörseniz hiçbir ülkeye güvenerek dış politikanızı belirlemezsiniz. Komşunuzda iç savaşın taraflarından biri olmazsınız. İç savaş çıkartmamak için her çabayı sarf etmezsiniz. Türkiye Davutoğlu döneminde Suriye’yi Afganistanlaştırmış, Türkiye’yi de Pakistanlaştırma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Ortadoğu’ya demokrasi, insan hakları getirmek isteyen hangi ülke Katar ve Suudi Arabistan’la beraber hareket eder?

AZ: İlk etapta Esad ile Erdoğan’ın arası çok iyiydi. Burada bir çelişki yok mu?

90’larda Davutoğlu otoriter rejimler yıkılır diyor. 2002’de bu rejimler ayakta duruyor. Davutoğlu realist davranıyor, bunlarla ekonomik ilişki, kültürel ilişkileri geliştirelim bu toplumlarla etkili konuma gelelim diyor. Davutoğlu son derecek pragmatik aynı zamanda. Batı’yla ilişkileri de son derece pragmatik. Zamanı geldiğinde bu ülkelerin iç siyasetinde etkili olabiliriz diye düşündüler. Aslında sıfır sorun politikası 2011’e kadar diktatörlerle sıfır sorun politikasıydı.

AZ: Değişen neydi?

Davutoğlu için iki önemli dönüm noktası var. Kaddafi’nin devrilmesiyle bundan böyle bütün diktatörlerin devrileceğini ve istedikleri siyasal İslam liderliğinde bir Ortadoğu kurulacağını düşündü. Çok yanlıştı çünkü Kaddafi Batı’nın müdahalesi sonucunda devrilmişti. İkinci dönüm noktası Mısır’da İhvan’ın devrilmesi ve darbe sürecidir. İdealize ettikleri Siyasal İslam iktidara geldi ardından hayalleri çöktü. Bizde de benzer bir süreç yaşanır korkusu yayıldı.

“AVRUPA BİRLİĞİ’NE KESİNLİKLE İNANMIYOR”

AZ: Davutoğlu Batı’ya güvenmiyor mu?

Türkiye’nin 1945’lerden beri süren dış politikasına baktığımızda NATO üyeliği ve benzeri Batı’yla olan ittifakı zorlayanlar bir tek Sol olmuştur. Siyasal İslam’da Batı’yı eleştirmek vardır ama hiçbir zaman TR’yi ABD’nin karşısına çıkartacak, NATO’dan ayrılacak gücü kudreti kendinde görmez. Türkiye’yi bölgesel güç olarak görür ve bunu ABD’nin şemsiyesi altında şekillendirir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olarak görür. Kürecik radarına izin verdiğini görüyoruz. Bunun tek istisnası İsrail.

AZ: Ne gibi?

Yazılarında İsrail’in varlığına karşı çıkacak doğrudan bir şey demiyor ama hep ima yoluyla söylediğini görüyoruz. İsrail’i 1945-48 öncesinde Avrupa’daki sorunun Ortadoğu’ya ihracı gibi görür.

AZ: Din Davutoğlu’nun politikalarını ne kadar etkiliyor?

1983 yılında Kudüs’ü ziyaret ediyor. Kıldığı sabah namazından bahsediyor. Öyle bir yazıyor ki bunu, dinin düşünce yapısını çok etkilediğin görüyoruz. Bir taraftan İslamcı öbür taraftan dini diplomaside kullanmaktan, dış politikada rasyonalize etmekten çekinmediğini görüyoruz. Burada diyalektik ilişki var. Hem din kendisini etkiliyor hem dini de kullanıyor kendi dış politika amaçlarına ulaşmak için. Dünyayı medeniyetlere ayırıyor. Türkiye İslam medeniyetine ait. Türkiye ne yaparsa yapsın, İslam’ın içindedir. Avrupa Birliği’ne kesinlikle inanmıyor. Almazlar bizi diyor. Ve Davutoğlu’nun düşünceleri kendi camiasında sorgulanmıyor. Yenilmezlik unvanı yapıştırıyorlar. İnanılmaz karakter, yaptığı her şey doğru. Kendini tarihe yön veren, tarihin sahnesinde bir aktör olarak görüyor. Ama Türkiye orta ölçekte bir devlet. Buna göre hayal kurarsınız, Türkiye’yi küresel bir devlet olarak hayal ederseniz işte böyle Musul’da 49 diplomatınız bir radikal örgütün eline esir kalır ve ağzınızı açıp tek kelime söyleyemez hâle gelirsiniz.

Kaynak: Taraf – http://www.taraf.com.tr/haber-davutoglu-neo-osmanlici-degil-pan-islamist-162144/

Panİslamcı dış politikanın çöküşü (RADİKAL)

Türkiye ’nin 2002 sonrası dış politikasına, Ahmet Davutoğlu ve kitabı ‘Stratejik Derinlik’ damgasını vurdu. ‘Stratejik Derinlik’, Cumhuriyet dönemi dış politikasından kopmanın ve yeni bir ideolojiyle Türkiye’yi bölgesinde lider küresel güç yapmanın iddiasını taşıyordu. Son 10 yılda bazı Batılı ve Türkiyeli gazetecilerin iddialarının aksine, ‘Stratejik Derinlik’ neo-Osmanlıcı çizgiyi benimsemez. Davutoğlu 1990’lı yıllarda yazdığı gazete makalelerinde Tanzimat sonrası Osmanlıcılığı redderek ve bundan esinlenen Özal’ın neo-Osmanlıcılığını Tanzimat paşalarına benzeterek eleştirir. 19. yüzyılın ikinci döneminde dağılan imparatorluğu ayakta tutmayı amaçlayan Osmanlıcılık; Araplar, Arnavutlar, Kürtler ve Türkler gibi Müslüman unsurların yanında Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi gibi gayrimüslim toplulukların devlete entegre edilerek desteğini almayı amaçlıyordu. Davutoğlu Osmanlıcılığın imparatorluğun çöküşünü engellemediğinin altını çizerek, Abdülhamid dönemi İslamcılığını idealize eder ve örnek alır. Ona göre nasıl İslamcılık Abdülhamid döneminde devletin dağılmasını nasıl engellediyse, Soğuk Savaş sonrasında da Türkiye’nin Ortadoğu’da lider olmasının önünü açacak ideolojidir.Watch movie online The Transporter Refueled (2015)

Davutoğlu’nun hayalleri
Gerçekten de Davutoğlu’na göre, 1918 sonrası Osmanlı’nın Ortadoğu’dan çekilmesiyle açılan parantez Soğuk Savaş’ın bitişiyle kapanır. Bu dönüşüm Türkiye’nin Ortadoğu’ya liderlik edebilmesi için tarihi fırsattır. Davutoğlu daha 1990’lı yıllarda Esad, Saddam, Kaddafi, Mübarek liderliğindeki otoriter rejimlerin ayakta kalamayacağını yazar. Ankara’nın yapması gereken Arap milliyetçiliğine karşı Ortadoğu’da İslamcı parti ve akımların iktidara gelmesi için uygun ortamı bekleyerek hazırlanmak ve zamanı geldiğinde harekete geçmektir. Davutoğlu, 2011 sonrası Arap Baharı sürecinde bu tarihi fırsatın yakalandığına karar verdi. Tunus’ta Nahta, Mısır ve Suriye’de kurulacak Müslüman Kardeşler iktidarları, Davutoğlu’nun hayallerini kurduğu Türkiye’yi küresel güç yapacak tarihi adımlar olacaktır.
Ancak son yaşanan gelişmeler işlerin hiç de Davutoğlu’nun öngördüğü gibi gitmediğini gösterdi bizlere. Libya kaos içinde, Mısır’da askeri yönetim iktidarda ve Suriye’de yüzbinlerce kişinin öldüğü iç savaş sonunda Türkiye sınırının karşısındaki bölgeleri radikal İslamcı gruplar kontrol ediyor. Davutoğlu’nun öngörülerinin gerçekleşmemesinin ve Türkiye dış politikasının Arap Baharı sürecinde en hafif anlamıyla başarısız olmasının iki önemli nedeni var. Birincisi Davutoğlu’nun ideolojik olarak benimsediği pan-İslamcı dış politikanın, Ortadoğu’nun günümüz gerçeklerine uygun olmadığı gerçeği. Abdülhamit döneminde uygulanan İslamcılık savunmacı refleksle imparatorluğun dağılmasını engellemeye çalışırken, Davutoğlu’nun pan-İslamcı dış politikası yayılmacı temellere dayanarak, Ortadoğu’da Türkiye hegemonyasında yeni bir siyasi düzen kurmayı amaçlıyor. Üstelik bunu amaçlarken son yüzyılda bölgeye damgasını vuran seküler Arap milliyetçiliği, sosyalizm gibi akımları bir kalemde silip atarak Ortadoğu’da zamanı 1914 yılına geri alabileceğini sanıyor. Ortadoğu halklarını Türkiye’nin liderliğini bekleyen Osmanlı bakiyesi edilgen unsurlar olarak tahayyül ediyor. Dahası Türkiye’nin bu hayalleri gerçekleştirebilecek askeri ve finansal kapasitesi yetişmiş insan gücü olup olmadığı sorgulanmıyor.

Batının yayılmacı teorileri
Davutoğlu’nun dış politika stratejisinin ikinci ciddi sorunuysa ‘Stratejik Derinlik’in teorik altyapısından kaynaklanıyor. Kitap ve Davutoğlu’nun dış politikası, 1945 öncesi Batı’da emperyal yayılmayı meşrulaştıran teorileri referans alıyor. Türkiye’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da oluşturacağı hegemonyanın stratejisi belirlenirken, İngiliz kolonyalizminin savunucusu Mackinder, Amerikan ve Alman yayılmacılığının stratejisyenleri Mahan ve Haushofer örnek olarak gösteriliyor. Davutoğlu bir anlamda pan-İslamcı ideolojisini Batı emperyalizminin teorileriyle temellendiriyor. ‘Stratejik Derinlik’te sıklıkla kullanılan Hinterland, Lebensraum ( hayat alanı) gibi terimlerin 1920 ve 1930’lar Alman yayılmacılığının mimarı Haushofer’in dilinden düşürmediğini, merkez ülke kavramınının aynı dönemde Alman dış politikasına damga vuran Mittellage kavramından esinlediğini vurgulayalım. Bu bağlamda 1945 öncesi Avrupa’sında denenmiş ve başarısızlıkla sonuçlanmış yayılmacı dış politika teorilerini Türkiye’ye uygulamaktan çekinmiyor ‘Stratejik Derinlik’.

Birikiminin reddi
Her ne kadar düzen kurucu aktör, proaktif dış politika gibi kavramlarla paketlense de, Davutoğlu’nun dış politikası pan-İslamcı ideoloji ve kullanım zamanı çoktan geçmiş Batı’nın arkaik yayılmacı teorilerinin sentezinden oluşuyor. Son 12 yılda bir yandan bu vizyon uygulamaya konulurken, diğer yandan da Cumhuriyet’in dış politika birikimi savunmacı ve pasif davranmakla kıyasıya eleştirildi. Mustafa Kemal’in Suriye ve Libya’da İnönü’nün Yemen’de edindiği tecrübeler, 1923 sonrasında İran ve Afganistan’la kurulan yakın ilişkiler gözardı edilerek Cumhuriyet dönemi Türkiye’yi Ortadoğu’dan koparmakla suçlandı. Dahası Fatin Rüştü Zorlu, İhsan Sabri Çağlayangil, İsmail Cem gibi dışişleri bakanlarının partiler üstü dış politikaları; Montrö, Hatay ve Kıbrıs gibi atılımlar hatırlanmadı bile son yıllarda. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin Türkiye’yi Misak-ı Milli sınırlarına hapsettiği vurgulayan Davutoğlu, özellikle de Arap Baharı sonrası ulus devlet sınırlarından kurtulmanın müjdesini verdi sürekli olarak. İlla ki bir kıyaslama yapılacaksa Osmanlıyla arasında, dış politika Cumhuriyet’in sorunlarına rağmen başarılı sayılabileceği alanlardan biridir. Cumhuriyet dönemi dış politikası maceradan ve partizanlıktan uzak, Türkiye’nin saygın konumunu korumayı kısmen de olsa başardı. Ancak bunu yetersiz gören Davutoğlu, Türkiye’nin dış politikasında ulus-devlet ölçeğinde ısrar etmesi halinde tarih sahnesinden silineceğini iddiasıyla yola çıktı. Türkiye ya bölgesinde lider ve küresel bir güç olacak ya da yok olup gidecekti. Kahire’yi Şam’ı sokak sokak bildiğini iddia eden Davutoğlu yönetiminde Türkiye, Suriye ve Mısır’da bugün adeta yolunu kaybetmiş halde. Davutoğlu dönemi Cumhuriyetin tarihi birikiminin yok sayıldığı, partizan dış polikasıyla geçmişten ciddi bir kopuş; Musul’daki son konsolosluk kriziyse o kopuşun çöküşüdür.

Kaynak: Radikal – http://www.radikal.com.tr/radikal2/panislamci_dis_politikanin_cokusu-1197025

Cumhuriyetin Panislamcı Başbakanı: (CUMHURİYET)

Hayırlı olsun diyeceğim ama…

Bütün yazılarını ve kitaplarını okumuş biri olarak Davutoğlu’nun iç politikaya dair görüşlerinin en az dış politikadakiler kadar radikal olduğunu söyleyemeliyim. Bugünlerde Batı nezdinde bozulan imajını tamir etmek için kendisine yakın akademisyenler tarafından liberal olarak sunulan Davutoğlu’nun, bırakın liberalizmi, İslam toplumlarının ancak şûra, uhuvvet, maslahat gibi kavramları yeniden yorumlayarak Batı medeniyetiyle hesaplaşabileceği iddiasında olduğunu belirtmek gerek. Bu panislamcı vizyonuna ek olarak; Gezi olaylarına katılanların amacının istikrar ve özgüvenimizi bozmak olduğunu söyleyen, Rusya ve Çin gibi otoriter rejimlerin liderliğindeki Şanghay Beşlisi’yle “kader birliği” içinde olduğumuza inanan bir Başbakanımız var artık. Hayırlı olsun diyeceğim ama…

“Panislamizmi ben şöyle anlıyorum: Bizim milletimiz ve onu temsil eden hükümetimiz, doğal olarak dünya yüzünde var olan olan bütün dindaşlarımızın mutlu ve refah içinde olmasını isteriz. Bütün İslam insanlığının, İslam dünyasının refah ve mutluluğu, kendi refah ve mutluluğumuz gibi değerlidir… Fakat efendiler! Bu toplumun büyük bir imparatorluk, maddi bir imparatorluk halinde bir noktadan yönlendirilmesini ve yönetimini düşünmek istiyorsak bu bir hayaldir! İlme, mantığa, fenne aykırı bir şeydir.” Mustafa Kemal panislamizm hayaline 1921 yılındaki bu sözleriyle karşı çıkıyordu. Endonezya’dan Fas’a İslam dünyasını tek merkez altında toplama amacında olan bir panislamizm, Osmanlı siyasetinde mevcut olmadı. Birkaç hayalperest yazar ve şair dışında, başta Abdülhamit olmak üzere Osmanlıelitleri, gerilemekte olan imparatorluğun panislamizm idealinin peşinden koşacak imkânlara sahip olmadığının farkındaydı.

Reformları reddediyor

Ahmet Davutoğlu 90 yıl sonra ulus devlet kimliğini, sınırlarını ve ideallerini sorgulayan bir akademisyen olarak Başbakanlık koltuğuna oturuyor. Davutoğlu, hayal ettiği Türkiye’yi 1986 yılından itibaren yazdığı yüzlerce gazete ve dergi makalesinde ve kitaplarında ortaya koymuş. O, “Ülkenin geleceğini köhnemiş Avrupa değerlerini topluma körü körüne transfer etmekte gören Türk siyasi eliti, kafasını 1830’larda gömdüğü kumdan çıkarmak zorundadır” diyerek Tanzimat dönemine kadar uzanan reformları reddeden biri. 200 yıllık modernleşme sonucunda Türkiye’nin girdiği kimlik krizinden tek çıkış yolunun, toplumu ve devleti tekrardan İslami temeller üzerine oturtmak olduğuna inanıyor. Davutoğlu Türkiye’nin İslami kimlikle Misakı Milli sınırlarını aşarak İslam medeniyetine liderlik edeceği iddiasında. Yeni başbakana göre Türkiye tarihin nesnesi değil, öznesi; tarihi okuyan değil yazan bir ülke. Kalem de tabii ki Davutoğlu’nun elinde ve coğrafyanın şifrelerini çözerek küresel güç olmanın formüllerini sunuyor. Davutoğlu’nun esinlendiği en önemli yazarlardan biri İslamın dirilişini hayal eden Sezai Karakoç. Karakoç Türkiye’yi İslam medeniyetinin lideri olarak görür ve Cumhuriyet aydınını halkın ufkunu daraltmakla suçlar. Suçlar ama çözümü bir türlü gösteremez. Davutoğlu’nu İslamcı camia içinde farklı kılan ise Türkiye’yi küresel güç yapacağını iddia ettiği eseri yazması:

Stratejik Derinlik. Kitabın en çarpıcı yanı Türkiye’ye çizilen dış politika vizyonunun, 1945 öncesi Batı’nın emperyalist teorilerini referans alması. Stratejik Derinlik; Mackinder, Haushofer ve Mahan gibi yayılmacılığı meşru gören Batılı akademisyenlerden esinlenerek Türkiye’ye yeni bir Lebensraum (hayat alanı) tanımlıyor. Kitap Batı’nın emperyal teorilerine dayanarak liderliğini Türkiye’nin yapacağı İslam Birliği’nin nasıl gerçekleşeceğini anlatıyor:Watch Full Movie Online Streaming Online and Download

İslam coğrafyasından Türkiye’yi kopardığını iddia ettiği Cumhuriyeti İslami kimlikle yeni baştan tanımlayarak, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da küresel güç Türkiye’nin hegemonyasını kuracak panislamcı bir vizyon. Afganistan, Çeçenistan, Bosna savaşlarını cihat olarak tanımlayan Davutoğlu, Arap Baharı’yla birlikte Ortadoğu’ya da benzer açıdan bakmaya başladı. Tarihi fırsatı yakalayan Türkiye; Mısır, Filistin, Tunus ve Suriye’yi de içine alacak İhvan kuşağına liderlik yaparak Davutoğlu’nun idealindeki İslam birliğine giden adımları atacaktı. Bu uğurda daha birkaç yıl önce Erdoğan’a insan hakları madalyası veren Kaddafi’nin, “kardeşim” Esad’ın bir anda diktatör olduğu hatırlandı. İhvan kuşağı ideali hem Türkiye hem de Batı kamuoyuna Ortadoğu’da diktatörleri devirecek demokrasi projesi olarak sunuldu. Katar ve Suudi Arabistan gibi totaliter rejimlerin desteklediği, Türkiye topraklarını kullanan radikal silahlı grupların kuracağı bir demokrasi. Aradan geçen 3 yılın ardından sınırların hemen yanı başında demokrasi yerine radikal örgüt İŞİD’in kurduğu halifelik var. Üstelik Musul konsolosluğunu basıp, aylardır bırakmadıkları 49 Türk diplomatı rehin alarak. Gelinen noktada, teorisi 1945 öncesi emperyal düşünceye, ideolojisi modernite öncesi ümmete dayalı Stratejik Derinlik’in bataklığa saplandığı açıkça görülüyor. Davutoğlu’nun dayatma olduğunu söylediği ve emperyal hayaller uğruna yıkmak istediği sınırlarda bugün silahlı radikal örgütler cirit atıyor. Davutoğlu, Kemalizm ve Cumhuriyetle dış politikada yaptığı ve çöküşle sona eren hesaplaşmasının ardından bugün Başkabakan. Bu noktada Kürt sorunundan tüm kimliklere tanınan özgürlüklere kadar Cumhuriyet dönemine damga vuran ulus-devlet anlayışının hesaplaşılması gereken pek çok noktası olduğunu vurgulamak gerekir. 1960’lardan itibaren solun ve 1990’larla birlikte Avrupa Birliği’ne girmeyi amaçlayan liberallerin, özgürlüklerin genişletilmesi adına verdikleri mücadelenin önemini vurgulayalım. Ancak aradaki temel fark, sol ve liberallerin bu hesaplaşmada ulus-devleti aşan çözümlerden, Davutoğlu’nunsa geçmişe bakarak ulusdevlet ve modernite öncesi değerlerden ilham alması.

Kaynak: Cumhuriyet – http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/111363/Cumhuriyetin_Panislamci_Basbakani__Davutoglu.html

Milliyetçilik kısırdöngüsünde bir ülke (Radikal 2)

Türkiye’nin doğudaki komşusu Ermenistan, 2008 yılının Şubat ayındaki seçimlere hazırlanıyor. Dokuz yıldır devlet başkanlığını yürüten ve daha önce iki kez bu göreve seçilen Robert Koçaryan anayasa gereği koltuğunu bırakacak.


Boston;
Türkiye’nin doğudaki komşusu Ermenistan, 2008 yılının Şubat ayındaki seçimlere hazırlanıyor. Dokuz yıldır devlet başkanlığını yürüten ve daha önce iki kez bu göreve seçilen Robert Koçaryan anayasa gereği koltuğunu bırakacak. Koçaryan’ın halefi de belli gibi. Ermenistan’da Mayıs ayında yapılan seçimlerde Meclis’te çoğunluğu ele geçiren Başbakan Serj Sarkisyan. Sarkisyan da Koçaryan gibi Karabağ Ermenisi, Karabağ savaşında orduda görev almış sertlik yanlılarının önde gelen isimlerinden. Seçimler, özellikle son dönemde Avrupa ve ABD ile ilişkilerinde ‘soykırım’ tasarıları nedeniyle sıkıntılar yaşayan Türkiye için de önem taşıyor.
Kafkasya’da denize kıyısı olmayan Ermenistan’ın toplam sınırlarının yüzde 85’i Azerbaycan ve Türkiye tarafından kapatılmış durumda. Ermenistan ekonomisi dünyaya çıkışını sadece İran ve Gürcistan üzerinden yapabiliyor. Bu durum Erivan’ın, kendini Türkiye ve Azerbaycan arasında kapana sıkışmış gibi hissetmesine neden oluyor. 35 kilometrelik dar İran sınırı üzerinden yapılan ulaşım, sarp Zangezur dağları yüzünden kışın sık sık kesintiye uğruyor. Üstelik Batı’yla ilişkileri sıkıntılı olan İran, kendisinin maruz kaldığı izolasyonlar sebebiyle Ermenistan ekonomisinin dünya pazarlarına açılmasına olanak sağlayamıyor. Ermenistan’ın Gürcistan üzerinden Rusya pazarına bağlantısı da 2006’da Tiflis ve Moskova arasında çıkan kriz yüzünden kapandı. Dünya Bankası, sınırların açılması halinde Ermenistan’ın milli gelirinin en az yüzde 30 artacağını açıkladı. Bu, her Ermeni vatandaşının mevcut durum devam ettiği sürece, olması gerekenden en az üçte bir oranında daha yoksul yaşaması anlamına geliyor.
Petrosyan anlamıştı
Ermenistan ekonomisinin içinde bulunduğu karanlık tabloyu ilk görenlerden biri bağımsız Ermenistan’ın ilk Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan’dı. 1994’te Karabağ’da ateşkesin imzalanmasıyla beraber harekete geçen Petrosyan, Türkiye karşıtı siyaset devam ettiği sürece Ermenistan’ın refahının artmayacağını anlayarak politika değişikliğine gitti. Önce Ermenistan’da Türkiye karşıtı politikaların merkezi olan ve Ermeni diasporasının desteklediği radikal milliyetçi Taşnak Partisi’ni kapatarak parti üst düzey yöneticilerini tutuklattı. Petrosyan, 1997 yılının yaz aylarında Azerbaycan ile yapılan görüşmelerde Azerbaycan’ın Karabağ’a maksimum otonomi tanıması karşılığında Karabağ’ın Bakü’nün egemenliğinde kalmasını kabul etti. Türkiye ile diplomatik ilişkiler kurulacak ve bütün sınırlar açılacaktı.
Bu gelişmeler, Erivan’da başını Karabağ Ermenilerinin lideri Başbakan Koçaryan’ın çektiği sertlik yanlılarını ve Türkiye ile ilişkilerin düzelmesine karşı çıkan Ermeni diasporasını harekete geçirdi. Petrosyan üstü kapalı bir darbeyle istifa ettirildi. Yerine geçen Koçaryan aşırı milliyetçiliği temel alan bir strateji uygulamaya koydu. Koçaryan için, Karabağ’ın Azeri egemenliğine bırakılması, maksimum otonomi altında olsa bile kabul edilemezdi. Gerekirse Karabağ için bir savaş daha yapılır, bir savaş daha kazanılırdı. Türkiye’ye karşı, Koçaryan da Petrosyan gibi sınırların açılmasını istiyordu. Ancak bunun için selefinin tam tersi bir politika uygulamaya koyuldu. İlişkileri normalleştirmek yerine, etkili Ermeni diasporasını da kullanarak Ankara’yı köşeye sıkıştırmaya başladı. Türkiye’den toprak talep eden Taşnak Partisi’ni tekrar serbest bıraktı. Dahası bu partiyi hükümet ortaklığına getirerek önemli bakanlıkları Taşnaklara verdi. Taşnaklar Koçaryan’ın devlet başkanlığını yürüttüğü dokuz yıl boyunca iktidarın stratejik ortağı oldu. Koçaryan Türkiye sınırının açılması için taviz vermek yerine, diasporanın desteğiyle ‘soykırım’ tasarılarının bütün dünyada tanınması için yeni bir dış politika atağı başlattı. Bu sayede hem diasporanın maddi desteğini çekmeyi hem de dış baskılarla Ankara’yı dizlerinin üzerine çökertip sınırların açılması için Türkiye’den taviz koparmayı hedefledi.
Koçaryan iktidarında geçen dokuz yılın sonunda bugün gelinen noktada Ermenistan ekonomisi üzerindeki tecridin ağırlığı sürüyor. Erivan yönetiminin diasporadan aldığı maddi yardım, Koçaryan iktidarının ilk yıllarında ekonomiye nefes aldırdıysa da kalıcı çözüm sağlamadı. Ermenistan’ın sınırları kapalı kaldığı sürece, dünya pazarlarına entegre olması ve yabancı sermaye çekmesi imkansız gözüküyor. Mevcut durum, karaborsa ve kaçakçılık temelli bir ekonomi ve Ermenistan’da mafya ağı kuran ticaret baronları denilen bir zümrenin oluşmasına yol açtı. Ekonomide de kontrolü tamamen ellerine geçiren ticaret baronları, yolsuzluk düzeninin devamının garantisi olarak gördükleri Koçaryan’ı destekliyorlar. Ermenistan’ı saran siyaset-ekonomi-yolsuzluk üçgeninin zararını dünyadan tecrit edilmiş Ermeni vatandaşları çekiyor. Bölge dengelerini de kendi çıkarları için başarılı şekilde kullanan iktidar, ABD’den geçtiğimiz on yılda 1.5 milyar dolar dış yardım, ülkede bulunan Rus üsleri dolayısıyla Moskova’dan askeri yardım, İran’dan da Azerbaycan’a karşı siyasi destek aldı. Böylece Ermenistan ABD’nin maddi, Rusya’nın askeri, İran’ın da siyasi destek verdiği dünyadaki tek ülke oldu.
Yukarıda çizilen tablo neticesinde Türkiye-Ermenistan sınırının açılması, Koçaryan’ın başında bulunduğu Karabağ klanının ve oligarşik yapının desteklenmesi anlamına gelecek. İzolasyonların kalkmasıyla artacak ticaret hacmi, ülkede bütün ipleri elinde tutan Koçaryan yanlılarının çıkarlarına hizmet edecek. Koçaryan ve destekçilerinin, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini isteyen Petrosyan’ı devirdiğinin, son 10 yılda kurulan yolsuzluk düzeniyle ülkeyi hakimiyeti altına aldığının ve bu düzene karşı çıkan her türlü muhalefeti Türkiye tehdidiyle bastırdığının altını kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. Halihazırda, Erivan’ı Bakü ile kalıcı barış için taviz vermeye zorlayan en önemli etken, Ermenistan’ın dünya ekonomisinden tecrididir. Azerbaycan topraklarının yüzde 15’inin işgal altında olduğu ve 800 binden fazla Azeri’nin hâlâ yerinden yurdundan edilmiş halde yaşam mücadelesi verdiği bir ortamda, Türkiye sınırının açılması Koçaryan’ın sertlik yanlısı politikalarının zaferi anlamına gelir. Kaldı ki Türkiye geçtiğimiz 10 yılda hava sahasını Ermenistan’a açtı, Erivan ve İstanbul arasında direk uçuşlara izin verdi, ancak bu adımlar Ermenistan yönetimi tarafından Türkiye’nin Avrupa ülkeleri parlamentolarında kabul edilen ‘soykırım’ yasaları neticesinde verdiği tavizler olarak algılandı. Ermenistan’ın içinde bulunduğu bu şartları incelemek yerine dostluk, barış, demokrasi gibi terimleri, içini doldurmadan kullanarak sınırların açılmasını savunanlar, bu açılımın Ermenistan’daki otoriter yapının daha da kökleşmesine hizmet edeceğini gözardı ediyor. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi Ermenistan’daki mevcut düzenin demokratikleşmesi ve ülkede kendi kişisel çıkarlarından önce Ermeni halkının çıkarlarını savunanların iktidara gelmesinden geçiyor.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=875459&CategoryID=42

24 Nisan geride kalırken (Radikal 2)

Bugün gelinen noktada Ermenistan’ın yüzde 98’i Ermeni, Yunanistan’ın yüzde 97’si Yunan ve Türkiye nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olmuş durumda. Ulus-devletler, 200 yıllık ortaklaşa bir çabanın sonunda çok kültürlü sosyal yapıyı elbirliğiyle yok etmeyi başardılar.

Marmara depremi Türk-Yunan yakınlaşmasına yol açmıştı, Ermenistan için de bir depreme mi ihtiyaç var?

Bir 24 Nisan daha geride kalırken ‘benim bu konuda görüşüm değişmedi’ diyen ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın resmi olarak ‘soykırım’ sözcüğünü kullanıp kullanmaması Ermeni diaspora örgütleri, Amerika’daki Türk dernekleri, Ermenistan ve Türkiye diplomatları için hayati önem taşıyor. 1915’te yaşanan trajedi son 30 yılda milliyetçilik kozası içine alınarak diplomatik düelloya dönüştürüldü. Dış politika yapıcıları ve resmi tarihçiler için yaşanan acılardan ders almak bir anlam ifade etmiyor. Onlar gelecek 24 Nisan’larda yaşanacak diplomasi savaşlarında karşı tarafa nasıl karşılık verileceğinin stratejisini planlamayı tercih ediyor.
Anadolu’nun etnik yapısını sarsan 1915 olaylarının üzerinden 94 yıl geçti. Anadolu’yla ve Anadolu’da yaşayan diğer halklarla bütünleşmiş yüz binlerce Ermeni zorunlu göç, iç çatışmalar ve en önemlisi de savaş ortamında dört bir yana savrulan Osmanlı hükümetinin acizliği nedeniyle ya topraklarından bir daha geri dönmemek üzere ayrıldılar ya da o topraklara cansız binlerce beden olarak karıştılar. Aradan geçen 94 yılın sonunda adına her ne denirse densin bu insanlık dramı, Ermeniler, Türkler, Avrupalılar, Amerikalılar ve daha niceleri tarafından elbirliğiyle çıkarlar savaşına dönüştürüldü. Konunun en dramatik yönüyse, tarafların olaylar sonunda hayatlarını kaybeden insanların sayısını yüksek veya düşük gösterip bunun kanıtlarını ortaya koymayı en önemli ‘başarı’ kıstası olarak görmeleri. Onlarca yıl sonra tozlu arşivlerden çıkartılan fotoğraflar veya bulunan toplu mezarlar bu konuda açılan yüzlerce internet sitesinde veya youtube’da yapılan propaganda savaşlarında ‘maharetle’ kullanılıyor.
Ermeni diaspora örgütlerinin önde gelen hedefi, 1915’te yaşanan acı olayları Türkiye’den milyarlarca doları bulabilecek tazminatlara çevirebilmek. Bu uğurda her yıl başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerinde lobi faaliyetlerine milyonlarca dolar harcanıyor. Aynı diaspora örgütlerinin Türk diplomatlarını öldüren ASALA’yı kurup finanse ettiği, daha 20 yıl önce Karabağ’da yaşanan kanlı savaşın en büyük destekçisi olduğu, 800 bin Azeri’nin topraklarından edilmesini detaylıca planladığı hatırlanmıyor bile. Diğer taraftan Türkiye’de ‘maalesef Ermeni’ çizgisinde bir Tarih Kurumu Başkanı, kendi tezlerimizi savunmak için genç tarihçilere Ermenice öğrenin çağrısında bulunuyor. Resmi söylemin dışına çıkanlar ‘vatan haini’ ilan ediliyor. ‘Doğuştan vatan haini’ ilan edilmiş olan Hrant Dink’in katledilmesi ‘zaten haketmişti’ noktasına getiriliyor. Bütün bunların yanında Avrupa devletleri ve ABD ‘bir bilen’ olarak tavsiyeler veriyor. Tabii bu arada Fransa’nın, Cezayir’deki katliamları organize eden generallerine nasıl olup da en yüksek devlet nişanı verdiği veya Amerikan yerlilerinin akıbeti sorgulanmıyor, dahası örtbas ediliyor.

Ulus-devletlerin peşinde iki asır
Üzerinde yaşadığımız coğrafya son 200 yıldır insanlık dramlarına sahne oluyor. Bunun ilk 100 senesinde, bu topraklarda yaşayan halklara Avrupa’dan ithal edilen milliyetçilik kılıfı zorla giydirilmeye çalışıldı. Yüzlerce yıldır çok dinli ve kültürlü yaşayan şehirlerin ve köylerin homojen bir yapıya dönüştürülmesi, milyonlarca insanın yerinden yurdundan sökülüp atılmasına neden oldu. Türkler, Arnavutlar, Çerkezler, Boşnaklar Kafkaslar’dan ve Balkanlar’dan Anadolu’ya sürülürken, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler ve daha niceleri Anadolu’dan sürüldüler. Bütün bu trajediler hep aynı amaç uğruna yaşandı: Avrupa tipi ulus-devlet kurmak için sınırları çizilen topraklarda, tek tip etnik yapıya dayanan devletler kurmak.
l. Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen zamanda bu insanlık dramının ikinci perdesi sahneye kondu. Bu topraklarda katliamlar, sürgünler, içsavaşlar sonunda kurulmuş olan ulus-devletler hâlâ nasılsa sınırları içinde kalmış ‘yabancı unsurları’ temizlemenin yollarını aradılar. Nüfus mübadeleleri ve isim değiştirme kampanyaları Anadolu, Balkanlar ve Kafkasya’daki azınlıkların kaderi oldu. Bugün gelinen noktada Ermenistan’ın yüzde 98’i Ermeni, Yunanistan’ın yüzde 97’si Yunanlı ve Türkiye nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olmuş durumda. Ulus-devletler, 200 yıllık ortaklaşa bir çabanın sonunda çok kültürlü sosyal yapıyı elbirliğiyle yok etmeyi başardılar.
Balkanlar, Anadolu ve Kafkasya halklarının her birinin, payına düşen acıları çektiği 200 yıllık trajedinin mimarı olan ulus-devletler, ortaya çıkardıkları bu eseri halklarının sahiplenmesini ve savunmasını istiyorlar. Genç kuşaklar okullara adımlarını attıkları ilk günden itibaren milliyetçi söylemlerin esiri oluyor. Küçük yaştan taze beyinleri savaşları ve katliamları destanlaştıran hikâyelerle, şiirlerle ve marşlarla zehirleniyor. Televizyon, radyo ve diğer medya organlarına da hakim olan resmi ideoloji milliyetçi söylemin sorgulanmasına izin vermiyor. Oysa birbirlerini tanıma fırsatı buldukları, aynı masa etrafına toplandıkları anda, bu toprakların çocukları aslında paylaştıkları ortak değer ve duyguların onları ayıran sınırlardan çok daha güçlü olduğunu anlıyorlar.
ulus-devletlerin bu topraklara kanla çizdiği fiziksel sınırlar, geçtiğimiz yüzyılda bu coğrafyada yaşayan halkları birbirinden zorla ayırdı. Tarihin hiçbir döneminde Edirne Selanik’ten, Halep Gaziantep’ten, Çeşme Sakız’dan, Kars Erivan’dan bu kadar uzak düşmemişti. Fiziksel sınırlar kadar, milliyetçiliğin insanlara aşıladığı zihinsel sınırların etkileri toplumlar için yıkıcı oldu. Ancak umutlu olmak için son 20 yılda yaşanan olumlu gelişmeler var. Ulus-devleti dünyaya hediye eden Avrupa halkları aralarındaki fiziksel sınırları anlamsız bularak kaldırdılar. Anadolu ve Balkan toplumları da kendilerine zorla giydirilen milli kimlikleri sorgulamaya başladı. 1999 depremi ve arkasından yaşanan Türk ve Yunan toplumları arasındaki yakınlaşma; kıta sahanlığı, FIR hattı gibi sadece diplomatik elitleri ilgilendiren sorunların, iki ülke insanına yıllardır nasıl yaşamsal bir sorun olarak dayatıldığını gösterdi. Benzer bir yakınlaşmanın Türk ve Ermeni halkları arasında da sağlanması için de bir depreme mi ihtiyaç var? Bu halkların yaşadıkları felaketlerin nedenlerini sorgulamak, aralarına sınırlar ‘aşılmaz sınırlar’ çekilmiş toplumların tekrar biraraya gelmesi için başlangıç noktası olamaz mı?

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=933178&CategoryID=42

Komşuda ekonomik tragedya (Radikal 2)

Yunan halkı günlerdir küresel finans kapitalizminin kendisine dayattığı acı reçeteyi kabul etmeyerek direniyor. Atina Sintagma Meydanı ve parlamentonun önünde yapılan gösterilere katılanlar kendi geleceğimizi biz belirleyeceğiz, uluslararası bankalar ve finansal kuruluşlar değil diye haykırıyor. Meclisten kıl payı farkla güvenoyu alan sosyalist PASOK hükümetinin önündeki en önemli sorun Temmuz ayında iflas bayrağını çekmemek için gerekli olan 12 milyar Euro ’luk Avrupa Birliği yardımını almak. Ancak bunun için PASOK içindeki muhaliflerin, sendikaların, öğrenci örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının karşı çıktığı kemer sıkma tedbirlerinin onaylanması gerekiyor. Yunanistan ’daki kriz yakından incelendiğindeyse ortaya çıkan üç farklı bakış açısı ve çözüm önerisi var.

Neo-liberal dayatma
Bunlardan ilki uluslararası finans piyasası ve IMF’nin savunduğu neo-liberal bakış açısı. Neo-liberal çözüm önerisi Türkiye ’de yaşanan 2001 krizi ve Kemal Derviş öncülüğünde uygulanan kemer sıkma önlemlerinin bir benzerini “kurtuluş” reçetesi olarak sunuyor. Krizden çıkış için Yunan devletinin elindeki bütün işletmeler satılacak, maaşlar yüzde 20 oranında düşürülecek ve 150 bin kamu çalışanı işten çıkarılacak. Sosyal refah devleti ortadan kaldırılarak çalışma saatleri, tatiller ve sosyal güvenlik sistemi liberal kurallar çerçevesinde yeniden düzenlenecek. Uluslararası finans piyasaları Yunan halkını bu önlemleri kabul etmeye zorlamak için ülkenin kredi notunu en alt seviyeye indirdiler. Bir anlamda Yunanistan ’a ölümü göstererek sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar. Almanya ve Fransa başta olmak üzere Batı Avrupa basını da bu önlemleri desteklerken, aynı zamanda Yunan halkını da oryantalizmle karışık küçük görmeye tabi tutuyor. Ekonomik krizle ilgili çıkan yazı ve yorumlarda Akdeniz ruhunun “tembel” ve “beceriksizliğinden” dem vuruluyor.

Ortak Avrupa Projesi tehlikede
Soruna farklı bir açıdan bakan diğer bir grup, krizin Yunanistan ’a mahsus olmadığı, Avrupa Birliği projesini temellerinden sarsacak derinlikte olduğu görüşünde. Bunlara göre krizin temelinde iddia edilenin aksine Yunanlıların “tembel” olması yatmıyor. Çünkü Avrupa Birliği içinde haftalık mesai saatleri açısından Avusturyalılardan sonra en çok çalışan toplum Yunanlılar. Yunanistan başta olmak üzere, İspanya , Portekiz ve İrlanda’nın zor durumda olmasının nedeni ortak para birimi Euro ’ya geçilmesi sonrasında bu ülkelerin Almanya ve Fransa gibi gelişmiş ekonomilere karşı rekabet etme güçlerini kaybetmeleri. Dolayısıyla borçların geri ödenmesine odaklanmış kemer sıkma tedbirlerinin geçici olduğunu, bu ülkelerin tekrar ayağa kalkabilmeleri için Avrupa Birliği tarafından yapılacak teşviklerle yatırımların canlandırılması gerektiğini söylüyorlar. Çözüm önerileri İkinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılmış Avrupa’yı canlandıran Marshall Planı’nın benzeri bir yardım paketinin oluşturularak sanayi ve üretimin tekrar canlandırılması. Eğer yatırım atağı başlatılmazsa Yunanistan ekonomisinin iflas edeceğini, krizin domino etkisi yaratarak Euro bölgesinin çöküşüyle sonuçlanacağının altını çiziyorlar.
Brüksel ekonomik krizden çıkış için Yunanistan ’a yıllardır yüksek faizle borç vermiş Avrupa bankalarının alacaklarının ödenmesini şart koşuyor. Almanya borçlanma için Euro ’ya yıllık yüzde 4 faiz öderken, Yunanistan uluslararası bankalara yüzde 10 faiz ödemek zorunda. Kısaca finans kuruluşları Atina’nın yüksek faizle katlanarak artan borcunun ileride ödenemeyecek boyutlara ulaşacağını bilmelerine rağmen yıllardır kâr oranlarından feragat etmeyi göze almadılar. Ancak şimdi Yunan ekonomisi iflasın eşiğine gelince Avrupa Birliği ve IMF’yi devreye sokarak alacaklarını tahsil etmenin telaşına düştüler. Son bir yılda Atina’nın aldığı 110 milyar Euro ’luk yardımın tamamı ülkenin bankalara olan borcunu ödemek için kullanıldı. Yani Avrupa Birliği ve IMF Yunan halkını değil bankaları kurtardı. Bugün gelinen noktada Yunanistan kredi notu açısından dünyanın en kötü durumda olan ülkesi. Pakistan ve Madagaskar’dan bile daha riskli olarak görülen Atina’ya bankalar kredi musluklarını kapattılar.

“No pasaran”
Aylardır çıkış yolu arayan Yunan halkıysa Avrupa Birliği ve uluslararası finans kurumlarının ekonomik krizi adeta bir Yunan tragedyasına çevirmesini şaşkınlık ve öfkeyle izliyor. Ekonominin içine düştüğü krizin sorumlusu olarak gösterilen Yunanlılar, önlerine konulan 350 milyar Euro ’luk borç faturasını ödemeyi reddediyor. Bir yandan son 20 yılda siyasetçilerin yolsuzlukları ve Euro ’ya geçilmesi nedeniyle sürekli artan borçları neden biz ödeyelim diyorlar. Diğer yandan da kendi kaderlerini kendileri belirlemek için genel grevler yaparak ekonomik ve siyasi dayatmalara karşı toplumsal muhalefeti örgütlemeye çalışıyorlar. İstedikleri önlerine “kurtuluş” reçetesi olarak konulan kemer sıkma önlemlerinin referanduma sunulması. Avrupa Birliği ve bankaların baskısı altındaki hükümetin halkın çıkarlarını savunmadığını, gelecekle ilgili alınacak kararların bütün toplum tarafından verilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Son 30 yılda Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan , gerek ortak para birimi Euro ve yanlış ekonomi politikaları gerekse rüşvet ve yolsuzluğa batmış siyasetin neticesinde iflasın eşiğinde duruyor. Bugün ülkenin toplam borcundan her Yunan vatandaşının hesabına 30 bin Euroluk (yaklaşık 70 bin liralık) fatura çıkıyor. Gelinen noktada Yunan halkıysa çoğunluğu Avrupa bankalarına olan bu borcu ödememekte kararlı. Bandista müzik grubunun komşudaki ekonomik ve siyasi sorunların sorumlusu olarak gösterdiği Batıyı Babilon olarak nitelendirdiği ve eleştirdiği şarkısındaki gibi Yunanlılar da son dönemde meydanlarda benzer sloganları atıyor: “Lakin Atina’da bu kez işlemedi tiyatro; bu sefer de sen yan, yan Babilon!”

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1054194&CategoryID=42